Bu sayfada Bediüzzaman Said Nursi Sözleri yer almaktadır. Sizde sayfamıza Bediüzzaman Said Nursi Kısa Hikmetli Sözleri eklemek isterseniz aşağıda bulunan yorum bölümünden söz ekleyebilirsiniz. Dini Sözler kategorisinde bulunan bu sayfamızda “Bediüzzaman Said Nursi Sözleri’ ni sizler için bir araya topladık. Sayfamızda yer alan ve beğendiğiniz Bediüzzaman Said Nursi Sözleri’ni sosyal medya hesaplarınızda hemen paylaşabilirsiniz…
Bediüzzaman Said Nursi Sözleri
Âhiret gibi, dünya saadeti dahi, ibadette ve Allah’a asker olmaktadır.
İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz)
Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır. (Mektubat)
Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. (Sözler, Birinci Söz)
Herşey hakikaten güzeldir. Ya bizzat güzeldir veya neticeleri itibariyle güzeldir.
Musibet; geçmişteki hataların neticesi, ileride alınacak mükafatın da başlangıcıdır.
Bilsende, bilmesende, hazine-i rahmet kapısı olan toprak tarafından senin rızkın gelecektir.
Kader-i İlâhi isyanımız için musibet verir. Ona rızâdâde olmak, o günahtan tevbe demektir.
Ey bütün hal ve durumları değiştirerek halden hale çeviren Muhavvil…Halimizi en güzel hale çevir.
Lâyemut değilsin, başıboş değilsin, bir vazifen var. Gururu bırak, seni yaratanı düşün, kabre gideceğini bil, öyle hazırlan.
İnsanın helâl sa’yiyle meşru dairede gördüğü zevkler, lezzetler, keyfine kâfidir. Harama girmeye ihtiyaç bırakmaz.
Şu dar-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dar-ı hizmettir. Lezzet ve ücret ve mükafat yeri değildir.
Ey sersem nefsim ve ey pürheves arkadaşım. Aklını başına topla. Ömrünü, geçici dünya hayatına ve maddî lezzete sarf etme.
Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacaksın. Ve keza bu fâni dünyadan da çıkacaksın. Öyle ise, aziz olarak çıkmaya çalış.
Fâilsiz bir fiil ve müsemmasız bir isim mümkün olmadığı gibi; mevsufsuz bir sıfat, san’atkârsız bir san’at dahi mümkün değildir.
Güzel değil batmakla kaybolan bir mahbup. Çünkü zevâle mahkûm, hakikî güzel olamaz. Aşk-ı ebedî için yaratılan ve âyine-i Samed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli.
Dikkat ettim ki; hangi hastalıklı genci gördüm, sair gençlere nisbeten ahiretini düşünmeye başlıyor. Gençlik sarhoşluğu yok. Gaflet içindeki hayvani hevesattan bir derece kendini kurtarıyor.
“Kelâm-ı beliğ, ilim denilen çömleklerde pişirilen ve hikmet denilen büyük küplerde duran ve fehm denilen süzgeç ile süzülen, âb-ı hayat gibi bir manayı, zürefa denilen sâkiler döndürüp efkâr içer. Esrarda temeşşi etmekle hissiyatı ihtizaza getiren kelâmdır.”
Kabir, âlem-i âhirete açılmış bir kapıdır. Arka ciheti rahmettir, ön ciheti ise azabdır. Bütün dost ve sevgililer o kapının arka cihetinde duruyorlar. Senin de onlara iltihak zamanın gelmedi mi?
İnsanın cevheri büyüktür, mahiyeti âliyedir, cinayeti dahi azîmdir. İntizamı da mühimdir, sair kâinata benzemez; intizamsız olamaz. Evet ebede namzed olan büyüktür; mühmel kalamaz, abes olamaz. Fena-i mutlak ile mahkûm olamaz.
Ey eski çağların cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin ahfadı olan vatandaşlarım ve kardeşlerim! Beşyüz senedir yattığınız yeter. Artık uyanınız, sabahtır. Yoksa sahra-yı vahşette yatmakla, gaflet sizi yağma edecektir.
Küffarın nüfus ve enfasları kabza-i kudretinde olan Kadîr-i Zülcelal, bir emir ile, bir sayha ile onları mahvetmiyor. Rububiyet-i âmme unvanıyla, Hakîm ve Müdebbir ismiyle bir meydan-ı imtihan ve mübareze açıyor.
Lübbü bulmayan, kışır ile meşgul olur. Hakikatı tanımayan hayalâta sapar. Sırat-ı müstakimi göremeyen, ifrat ve tefrite düşer. Muvazenesiz ve mizansız olan çok aldanır, aldatır.
Evet rahmetin fiatını şükürle vermediğimiz gibi; zulmümüzle, isyanımızla gazabı celbediyoruz. Şimdi zemin yüzünde zulüm ve tahribat, küfür ve isyan ile nev’-i beşer, tam tokada kendini müstehak etti ve dehşetli tokatlar yedi. Elbette bir parça hissemiz de olacak.
Kelime-i şehâdetteki cevher-i iman bir nurdur. Allah (C.C.) istediğinin kalbine atar. Kayyumu hidayet-i İlâhiyedir. Bürhan ise bir mücahiddir, düşmanını tard eder. Süpürgecidir evhamdan tehzib eder.
Netice-i kelâm: Sen eğer nefis ve şeytani dinlersen, esfel-i sâfilîne düşersin. Eğer hak ve Kur’ân’ı dinlersen,âlâ-yı illiyîne çıkar, kâinatın bir güzel takvîmî olursun.
Ey derd-i maişetle mübtela olan insan! Bil ki senin hanendeki bereket direği ve rahmet vesilesi ve musibet dafiası, hanendeki o istiskal ettiğin ihtiyar veya kör akrabandır.
İnsan bu dünyaya keyif sürmek ve lezzet almak için gelmediğine, mütemadiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlaşması ve mütemadiyen zeval ve firakta yuvarlanması şahittir.
(Ölüm) …ehl-i hidayet ve ehl-i Kur’an için, öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbablarına kavuşmaya vesiledir. Hem hakikî vatanlarına ve ebedî makam-ı saadetlerine girmeye vasıtadır. Hem zindan-ı dünyadan bostan-ı Cinana bir davettir.
Her vakit ihtiyat, ihlas, tesanüd, sebat, sarsılmamak ve vazifemizi yapmak ve vazife-i İlahiyeye karışmamak “sırran tenevverat” düsturuna göre hareket etmek ve telaş ve meyus olmamak lâzım ve elzemdir.
Hem Rahman-ı Rahîm’in fazlından kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir. Hem vazife-i hayat külfetinden bir terhistir. Hem ubudiyet ve imtihanın talim ve talimatından bir paydostur.
Umum fünunun şehadetleriyle ve nazar-ı hikmetten neş’et eden istikra-i tâmmın tasdikıyla sabittir ki: Hilkat-i âlemde maksud-u bizzât ve galib-i mutlak, yalnız hüsün ve hayr ve hak ve kemaldir. Amma şer ve kubh ve bâtıl ise; tebaiye ve mağlube ve mağmuredirler.
Hayatsız bir cisim, dağ dahi olsa yetimdir, münferittir, garibdir. Münasebeti yalnız oturduğu mekân ve ona karışan şeyle var. Başka ne varsa ona nisbeten ma’dumdur.
Şimdi bak küçücük bir cisme! Meselâ bal arısına hayat girdiği anda, bütün kâinatla öyle münasebat te’sis eder, bütün taifeleri ile öyle bir ticaret akdediyor ki, diyebilir: “Âlem bahçemdir. Güneşim parlıyor.”
Hayat-ı diniye, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyenin selâmetini dilersen ve sıhhat-ı fikir ve istikamet-i nazar ve selâmet-i kalb istersen; muhkemat-ı Kur’aniyenin mizanlarıyla ve Sünnet-i Seniyenin terazileriyle a’mal ve hatıratını tart ve Kur’anı ve Sünnet-i Seniyeyi daima rehber yap.
Madem dünyada hayat var; elbette insanlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını sû’-i istimal etmeyenler dâr-ı bekada ve Cennet-i Bâkiyede hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır, âmennâ…
Elemler, musibetler bir kısım esmasının ahkâmını gösterdikleri için, onlarda hikmetten lem’alar ve rahmetten şualar ve o şuaat içinde çok güzellikler bulunuyor. Eğer perde açılsa, tevahhuş ve nefret ettiğin hastalık perdesi arkasında, sevimli güzel manaları bulursun.
Her şey zıddıyla bilinir.” Meselâ, karanlık olmazsa ışık bilinmez, lezzetsiz kalır. Soğuk olmazsa hararet anlaşılmaz, zevksiz kalır. Açlık olmazsa, yemek lezzet vermez. Mide harareti olmazsa, su içmesi zevk vermez. İllet olmazsa, âfiyet zevksizdir. Maraz olmazsa, sıhhat lezzetsizdir.
Ey ihtiyar ve ihtiyareler! Madem Rahîm bir Hàlikımız var; bizim için gurbet olamaz. Madem O var; bizim için herşey var. Madem O var; melâikeleri de var, öyle ise bu dünya boş değil; hâli dağlar, boş sahralar Cenab-ı Hakkın ibâdıyla doludur. Zîşuur ibadından başka, O’nun nuruyla, O’nun hesabıyla taşı da ağacı da birer mûnis arkadaş hükmüne geçer. Lisan-ı hâl ile bizim ile konuşabilirler ve eğlendirirler.
Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fâni mahbuplara müteveccih olduğu vakit, ya o aşk kendi sahibini daimî bir azap ve elemde bırakır. Veyahut o mecazî mahbup, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için, bâki bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikîye inkılâp eder. “İşte, insanda binlerle hissiyat var. Her birisinin, aşk gibi, iki mertebesi var: biri mecazî, biri hakikî.
Hem refika-i hayatını, rahmet-i İlâhiyenin mûnis, lâtif bir hediyesi olduğu cihetiyle sev ve muhabbet et. Fakat çabuk bozulan hüsn-ü suretine muhabbetini bağlama. Belki kadının en cazibedar, en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letâfet ve nezaket içindeki hüsn-ü sîretidir. Ve en kıymettar ve en şirin cemâli ise, ulvî, ciddî, samimî, nuranî şefkatidir. Şu cemâl-i şefkat ve hüsn-ü sîret, âhir hayata kadar devam eder, ziyadeleşir. Ve o zaife, lâtife mahlûkun hukuk-u hürmeti o muhabbetle muhafaza edilir. Yoksa, hüsn-ü suretin zevâliyle, en muhtaç olduğu bir zamanda biçare hakkını kaybeder.
Bir tek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir. Acaba, yirmi üç saatini şu kısacık hayat-ı dünyeviyeye sarf eden ve o uzun hayat-ı ebediyeye bir tek saatini sarf etmeyen ne kadar zarar eder ne kadar nefsine zulmeder ne kadar hilaf-ı akıl hareket eder! Zira, bin adamın iştirak ettiği bir piyango kumarına yarı malını vermek, akıl kabul ederse -hâlbuki, kazanç ihtimali binde birdir- sonra yirmi dörtten bir malını yüzde doksan dokuz ihtimal ile kazancı musaddak bir hazine-i ebediyeye vermemek, ne kadar hilaf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düştüğünü kendini âkıl zanneden adam anlamaz mı?